ÜNAL ÇEVİKÖZ
Güle güle 2024, hoş geldin 2025
İyi veya kötü, tüm yaşanmışlıklarıyla 2024 yılı geride kaldı. Bir yıl bittiğinde ardından gelen yeni yıla hep umutla ve eskisinden daha iyi günler getirmesi dilekleriyle başlanır. Son günlerde sosyal medyada dolaşan bir karikatür, bir grup insanın duvar köşesine saklanarak ellerinde uzun bir süpürge sopasıyla, üzerinde 2025 yazan bir kapıyı korkulu bakışlarla aralamaya çalıştıklarını gösteriyor. Bu da karikatüristin tüm insanlığın 2025 yılı ile ilgili derin kaygılar taşıdıklarının kara mizah yorumu olmuş. Tabii sadece karikatüristin değil muhtemelen, zira birçok insan 2025'in bilinmeyenlerle dolu, geçmişi aratacak bir yıl olacağından endişe duyuyor.
Enseyi karartmayalım. Her yeni yılda umutlu beklentiler olduğu gibi böyle karanlık, endişe dolu tahminler de olur. Gerçekçi olmakta yarar var. Evet, Türkiye açısından bakıldığında, Karadeniz'in kuzeyinde bizi çok yakından ilgilendiren, ekonomik, siyasi ve sosyal yansımalarıyla etkileyen Rusya-Ukrayna savaşı henüz son bulmadı. Ne zaman son bulacağı da belli değil. Üstelik Rusya, savaşın kendi aleyhine gelişme göstermesi halinde tırmanmayı nükleer düzeye taşıma tehdidinden de vaz geçmedi. Güneyimizde ise henüz yatışmamış bir kargaşa mevcut. İsrail'in 7 Ekim 2023'te uğradığı terör saldırısına karşılık olarak orantısız güç kullanmak suretiyle Gazze'de başlattığı katliam 45.000 insanın canını aldı. İsrail-Hamas savaşı bir süre sonra Lübnan'a yansıdı, Hamas'tan sonra İsrail kendi güvenliğine büyük bir tehdit olarak algıladığı bir diğer İran vekilini, Hizbullah'ı sindirmek için savaşı genişletti.
İsrail'in Gazze ve Lübnan'da, bir diğer deyişle "Levant" bölgesinde, yani Doğu Akdeniz kıyılarında bir tür mıntıka temizliği yaptığı, İran'ın 2011'de başlayan ve "Arap Baharı" diye anılan gelişmeleri değerlendirerek yarattığı "Şii hilali" fantezisini ortadan kaldırdığı söylenebilir. Bu gelişmenin iki önemli sonucu oldu. Birincisi, İran'ın yıllardır özenle geliştirdiği Akdeniz'e uzanma politikası sekteye uğradı ve İran "ileri savunma hattı" imkanlarını geriye çekmek zorunda kaldı. Şimdi sadece Irak sahasında varlığını sürdürebiliyor. İkinci sonuç ise Esad yönetiminin ve BAAS rejiminin çökmesi oldu. Rusya-Ukrayna savaşında Rusya'nın da kendi sorunlarıyla meşgul olması nedeniyle, Şam'daki Esad rejiminin iki önemli dayanağı olan Rusya ve İran, Suriye sahasında rejimin askeri imkanlarına verdikleri desteği sürdürülebilir kılamadılar. Suriye'deki bu önemli değişim ise bölgedeki siyasi konjonktürü ve dengeleri kökünden değiştirdi. Ancak "bölgesel dengeler" kuşkusuz küresel dengelerden kopuk ve bağımsız değildir. Dolayısıyla, bölgemizde değişen siyasi konjonktürün ve dengelerin küresel gelişmelerle ne şekilde yönlendirileceğine bakmakta yarar var.
2025 yılı ile birlikte küresel denge ve gelişmeleri en çok etkileyecek olay Donald Trump'ın 20 Ocak tarihinden itibaren ABD'nin 47. Başkanı olarak göreve başlayacak olmasıdır. Trump'ı tanımıyor değiliz. Öngörülebilir olmadığını, olaylara klasik bir devlet insanı gibi değil de bir holding yöneticisi gibi baktığını, her an beklenmedik çıkışlar yapabileceğini daha önce gördük. Dolayısıyla belki de 2025'in endişe duyulacak gelişmelerinin başında Trump'ın ABD başkanı olarak göreve başlayacak olması geliyor. Üstelik, bu döneminde tehlikeli söylemler de geliştirdi. Örneğin; Panama, Kanada, Meksika ve Grönland üzerindeki iddiaları hiç de rahatlatıcı gözükmüyor, aksine gerginliğin Amerika kıtalarına da kayacağını gösteriyor. Oysa "gerginlik" dendiğinde önce Ortadoğu sonra Avrupa coğrafyasını düşünmeye ne kadar alışmıştık... Trump kendince bazı hazırlıklar içinde olduğuna göre ve bunları değiştirme imkanımızın kısıtlı olduğunu düşünecek olursak, kendimizi yeni küresel koşullara ve onların bölgemize olabilecek yansımalarına hazırlamamamız yerinde olacaktır.
Karadeniz'in kuzeyi ile başlayalım. Rusya açısından geri adım atılması beklenemez. Kırım ve Donbas havalisindeki Rus varlığı Ukrayna'nın toprak bütünlüğünü bozmuştur. Bu toprakların yeniden Ukrayna'ya ne zaman iade edileceğini ya da Ukrayna tarafından ne zaman kurtarılacağını kestirmek hayli zor. Böyle bir gelişmenin askeri yollardan olacağını beklemek ise gerçekçi değil. O halde mevcut statükoya uymak gerekiyor. Sovyetler Birliği'nin dağılması ile birlikte ortaya çıkan sınır ve toprak bütünlüğü uyuşmazlıklarına, Gürcistan ve Moldova'dan sonra şimdi artık bir de Ukrayna eklenmiştir. Bu gerçeği görmezden gelerek, Ukrayna'nın geri kalan kısmının NATO'ya üye yapılması çağrıları ise, fantezinin de ötesinde, bir tür büyük savaşa çağrı yapmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Kaldı ki, topraklarının bir kısmı işgal altında olan ve toprak bütünlüğünü sağlamayı ileriye dönük bir strateji olarak muhafaza eden başka bir NATO üyesi ülke de yoktur. Denklemin diğer tarafında Rusya gibi bir aktörün olması da bu tür fantezilerin ne kadar tehlikeli olduğunun kanıtıdır.
İsrail'in Levant politikasının sonuna geldiğimizi ve Filistin meselesinin çözümüne yakın olduğumuzu sanmak da herhalde gerçekçi olmayan bir diğer düşüncedir. Filistin meselesinin iki devletli çözümüne artık eskisinden çok daha uzaktayız. Kaldı ki, İsrail'in kısa ve orta vadedeki hedefi Filistin meselesi değil İran'dan kaynaklandığını düşündüğü varoluşsal tehdidin giderilmesidir. ABD'nin İran ile pek de hatırşinas bir ilişki içinde olmadığını hatırladığımızda, 2025 yılının bölgemizdeki yeni kargaşa hedefinin, Yemen'den sonra, İran olması ihtimali hayli yüksektir.
Suriye'de ise Esad sonrası istikrar arayışına daha yeni başlanmıştır. İdlib'den Şam'a nakledilen Heyet Tahrir eş-Şam güdümündeki "geçici hükümet" bu yıl 1 Mart tarihinde ülkede seçim yapılacağını açıkladığında bir çok gözlemci bunun gerçekleşme olasılığını neredeyse sıfır olarak görmüştü. Nitekim, ismini değiştirerek başına koyulan ödülden kendini kurtaran lider Golani, şimdi meşruiyet kazandığı Şara ismiyle yaptığı açıklamada ülkede yeni bir anayasa yazımının en az üç yıl, yeni seçimlerin yapılmasının ise en az dört yıl alacağını belirtti. Demek ki, Suriye'de önümüzdeki 3-4 yıl için yeni bir süreç başlıyor ve bunun çok da istikrarlı geçmesini ummak pek inandırıcı gözükmüyor.
Çevremizdeki bu üç sorunsalla başa çıkmak için Ankara ne yapmalı? Çok basit! Gerçekçi, ayakları yere basan bir dış politika çizgisine sadık kalmalı ve maceradan uzak durmalı. Her şeyden önce, ABD ile son yıllarda olduğu gibi, birbirine uzak duran iki aktör gibi davranmak yerine, çevremizdeki bu sorunlarla ilgili kendi görüşlerimizi ABD'li muhataplara ciddi bir üslupla ve inandırıcı bir söylemle anlatmak gerekiyor. Rusya'nın hala bir küresel aktör olarak kabul edilmesi gerektiğine ABD'nin ikna olması küresel dengeler açısından şart. Ukrayna örneği Rusya'yı uluslararası hukuk ve kurallara uygun davranmayan bir aktör olarak karşımıza çıkarsa da Rusya'nın bu şekilde davranmaya mecbur kalıp kalmadığını, küresel güvenlik denklemlerinde Rusya'yı dışlamamanın ne gibi yararları olacağını dikkatle değerlendirmek gerekiyor. İran'ın uluslararası toplum içinde uyumlu bir aktör olarak onurlu şekilde yer alması için nasıl davranmasının beklendiğini Tahran ile açık şekilde konuşmak gerekiyor. Şam'da belirecek yeni yönetimin, bölgesel dengeler açısından bir siyasi İslam modeli olmasının komşuları için kabul edilir olmayacağını, bunu Ankara'nın da tercih etmemesi gerektiğini, aksi takdirde Şam'ın istikrarlı bir yönetime kavuşmasının çok zor olacağını kabul etmek gerekiyor. İsrail ile ilgili pek söylenecek bir şey yok. Yeni yıla zaten Galata Köprüsü'nde Filistin ile dayanışma gösterileriyle girdik. İktidarın bu gösterileri ne kadar önemsediği belli. Ancak sorunun çözümünde etkin bir konumda olmak isteniyorsa, madalyonun diğer yüzünü silip bir kenara atmamak gerekiyor.
Durun bakalım, daha dün bir bugün iki. Yılın o kadar başındayız ki!